Tüm çabalara karşın kadına yönelik şiddetin önlenmesi bir yana, azalmaması karşısında konuya duyarlı olanların kafası karışık. Bardak dolu mu boş mu?
Öyle ki siyasi iktidar tarafından yakın zamanda, kamuoyunda artan duyarlılıkla birlikte kadın cinayetlerinin de arttığı algısına iki önemli hamleyle yanıt verildi. İlki, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin, 29 Kasım 2011’de Resmi gazetede yayınlanması idi. Ne var ki aslında ev içi şiddet olarak daha geniş bir kapsama alanı olmasına karşın, sözleşmenin adının Resmi Gazetede, “Kadınlara Yönelik şiddet” yerine, “Aile İçi Şiddet” başlığıyla çevrilerek yayınlanması, aslında Devletin bu konudaki ürkek, kararsız tutumun devam ettiğini gösteriyordu.
İkinci önemli hamle olan TBMM tarafından 8 Mart 2102 tarihinde kabul edilen Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanunda da aile vurgusu daha başlıkta öne çıkarıldı. Böylece, Avukat Hülya Gülbahar’ın ifadesiyle, “Yeni isimle, aile dağılacaksa, kadın karşı şiddete göz yumun, öncelikle aileyi koruyun, mesajı verildi Dolayısıyla kadını birey değil de aile içinde bir süje olarak görme eğiliminin, kadını şiddetten koruma amaçlı çıkarılan ilk yasa olan 4320 sayılı yasanın adının, Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun olarak 1998 de kabulüyle başlayan gelenek, Devletteki sürekliliğin devamı ilkesi uyarınca 2012’de de sürdü.
Öte yandan 4320 sayılı Kanun’un kadına yönelik şiddeti öncelikli olarak asayiş sorunu olarak ele alan yaklaşımı, yeni yasada da devam etti. Her ne kadar Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri kurularak, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına şiddetin önlenmesi için koruyucu ve önleyici tedbirlerin etkin olarak uygulanmasına yönelik izleme çalışmaları yapma görevi verildiyse de yasadaki anlatım ve yaklaşımdan kanun koyucunun konuyu ağırlıklı olarak bir asayiş sorunu gibi görme yaklaşımından vazgeçmediği görülmektedir. Hele gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kolluğa verilen aile mahkemesine ve mülki amire ait yetkileri kullanabilme olanağı, artık kolluğu kadına yönelik şiddetin önlenmesinde en etkili süje haline getirdi.
Nitekim en yakıcı sorun olan şiddet mağduru kadını, olayın sıcağı sıcağına ve devamında bilgilendirip gerekli önlemleri almak için rehberlik edecek kişi, yeni yasada da yine sosyal çalışmacı olmadığından görev yine karakoldaki polise düşmektedir.
Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Nahide Opuz / Türkiye Kararı doğru okunursa, mahkemenin kadının eş şiddetinden korunmasında Devlet organlarının bir refleksi olmadığını, önlemlerin kopuk kopuk, koordinasyonsuz olarak alındığına işaret ettiği görülecektir. Mevcut durumda sorun gene sadece asayiş sorunu gibi algılanmakta ve polisiye ya da hukuki önlemlerle çözüm aranmaktadır. Oysa çözüm, koruma refleksinin oluşturulmasına bağlıdır. Bu da sorunu sahiplerine bırakmakla olur. Kolluk burada doğrudan çözüm olamaz. Çünkü kadına yönelik şiddetin temelinde erkekle arasındaki eşitsiz güç ilişkisi vardır. Sorunun sahipleri ise alanda sosyal hizmetlere ilişkin sivil ve devlet kurumlarıyla, olay adliyeye bildirildikten sonraki süreçte aile mahkemeleridir. Kadını şiddetten koruyacak önlemleri alacak olan aile mahkemelerinin bu tedbirlerin uygulanmasını da izleyip sorumluluk almaları eşyanın doğasına uygun olacaktır. Yeni kanunun işleyişine ilişkin çıkarılacak olan yönetmelikle bu yaşamsal eksikliğin giderilmesi, aile mahkemelerine ve özellikle bakanlık bünyesindeki sosyal çalışmacılarla, sivil toplum kuruluşlarındaki gönüllülere daha çok üstünlük tanınması kolluğun üzerindeki bu gereksiz yükün kaldırılarak, kurumlar arası iletişim ve işbirliğinin bu şekilde sağlanması, yasanın korumak istediği değer açısından gereklidir. Yoksa gösterilen bunca çabaya karşın, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin artışına bakılarak, bardak dolu mu ya da boş mu diye sormanın yararı yoktur. Çünkü bardağın dibi deliktir.
Eray Karınca
Kadına Şiddet Kime Emanet 6.5.2012 Radikal Ek